AH O GÜZELİM LİSE YILLARIM.

Lise ikinci sınıfta dönemin ilk günleriydi. Kimya dersine gelen hocamız okuldan ayrılmış yerine oldukça yaşlı bir hanım olan "Vasfiye Hoca" adında bir öğretmen gelmeye başlamıştı.
Görünümü çok sert ve gayet otoriterdi. Dersi büyük bir ciddiyet içinde anlatır ve en ufak bir laubaliliğe geçit vermezdi. Hepimiz kendisinden çok korkardık fakat nedenini anlayamadığımız bir sebeple de çok severdik. Her kimya dersine hem çekinerek hem de içimizde garip bir hazla girerdik.
Vasfiye hocamızın, sene içinde bir kere güldüğünü, bir kere bir hikâye anlattığını görmemiştik. Büyük bir vakarla derse girer, dersi anlatır, imtihanları yapar, soruları cevaplandırır, yine aynı çatık kaşları ile giderdi. Fakat o çatık kaşlar, sert bakışlar bizde kendisine karşı bir nefret, bir kin gibi olumsuz duygular uyandırmazdı. Hem korkar hem de sayardık. O uyandırdığı saygının kaynağını biz de kendimize sorar fakat bir cevap veremezdik. Notu da oldukça kıttı. Öyle kolay, kolay 9 – 10 vermezdi. Çok çalışır uğraşırdık.Yüzünde hafif bir tebessüm görme ümidi ile bekler, üzülür, ama yine de onu çok severdik.
Aradan bir yıl geçti. Korku ve sevgi gibi birbiri il bağdaşamayacağını sandığımız bu iki duygunun kol kola gittiği koca bir yıl. Karnelerimizi aldığımız gün bizi hayrete düşüren bir şey oldu. Vasfiye hocamız, Kadıköy’deki evinde bizi ziyafete davet etti. Yine aynı ciddi hali ile…
Garip bir şeydi. Hem çok gitmek istiyor, hem de pot kırarız, bir yanlış yaparız diye ödümüz kopuyordu Bir öyle, bir böyle ikide bir karar değiştiriyorduk. Neticede gitmeye karar verdik. Hocamız bizi iskelede bekliyordu. Gayet sessiz ve temkinli vapurdan inip hocamızın yanına gittik. Hocamız, bir sene umutla beklediğimiz, fakat asla göremediğimiz tatlı bir tebessümle bizi karşıladı. Hem çok şaşkın, hem de çok mutluyduk. İki tarafı ağaçlarla bezenmiş caddeden, hocamız aramızda olduğu halde yürümeye başladık. Herkeste garip bir hal vardı. Gülmeye korkan dudaklarımız bir gerilip bir büzülüyordu. Neticede bahçe içinde çok güzel bir evin önünde durduk. Burası hocamızın eviydi. Hocamız aynı tatlı tebessümü ile kapıyı açtı.
“Buyurun yavrularım. İçeri girin”, dedi. Biz ürkek adımlarla ayakkabılarımızı çıkarıp içeri girdik. Sınıftaki halimizi bir türlü üzerimizden atamıyorduk. Hocamız:
-“Bugün sizler benim çok sevdiğim misafirlerim, dostlarımsınız. Rahat olun. Burası sınıf değil çocuklar. Sizleri çok seviyorum.” Hepimiz kucağına atılıp, doya, doya öpmek istiyorduk. Teker, teker elini öpmekle yetindik. O ise hepimizi bağrına bastı. Bizim saçlarımızı okşadı ve yanaklarımızdan öptü. O kadar mutluyduk ki, çok susamış ve suyu uzun zaman bulamamış insanların suyu özlemle içişi gibi, hocamızın sevgisini doya, doya yudumladık. Bize çeşit, çeşit yemekler yapmış, neler, neler hazırlamıştı… Hocamız gülüyor, konuşuyor, hepimize ayrı, ayrı ilgi gösteriyordu. Bir ana şefkati ile bizi bağrına basan, çok seçkin misafirler gibi bize izzet ikram eden sevgili hocamıza korkunun altında beslediğimiz sevginin kaynağını o atmosfer içinde anlayıverdik. Bu, engin bir sevgi idi. Bizleri çok seviyordu, fakat ne hikmet ise bunu sert ve otoriter bir kılıf içinde gizliyordu.
Şimdi hocamızı daha çok seviyor ve gelecek yıl yine bizim dersimize girmesi için ricalarda bulunuyorduk. Artık sınıfta hiç gülmese de espri yapmayıp, ciddi, ciddi dursa da, çatık kaşlarının altında sevgi ile parıldayan gözleri bize yetecekti.
Artık, o çatık kaşlar ve altında engin bir sevgi seli gibi parıldayan gözler bizim için, iş ciddiyeti ile dostluk muhabbetini aynı potada büyük bir ustalıkla birleştiren SEMBOLLERDİ…
A.ilhan EZEL